Yeniçarşım.com ile Evden Çıkmadan Çarşıya Çıkıyoruz!

Ekim ayından bu yana yayında olan Yeniçarşım.com, alışkın olduğumuz e-ticaret sitelerinden oldukça farklı. Site şimdiden sloganı olan “Evden çıkmadan çarşıya çık” mottosunu fazlasıyla yerine getiriyor. Çünkü şimdiden Yeniçarşım.com’da yüzlerce mağaza var ve siz dilediğiniz ürünü bu mağazalar arasından seçerek kolaylıkla satın alabiliyorsunuz. Üstelik, internetten alışveriş yaparken en çok çekindiğimiz “güvenlik” engelini Hürriyet Güvenli Alışveriş Sistemi ile çözmüşler. Sistemi açıklayan video:

Yeniçarşım.com’un diğer alışveriş sitelerinden önemli farkları var. Platformun en belirgin karakteristiği olan alıcı ile satıcıyı bir araya getirme stratejisi, satıcıların (mağazaların) ticari kuruluş olması gibi akıllıca bir taktikle desteklenerek, son derece başarılı bir sistem getirilmiş durumda. Yeniçarşım.com’da satış yapan her mağaza, ticari unvana sahip, fatura kesen ve dolayısıyla garantili ürün satan mağazalar. Bu sayede aynı ürünü birden fazla mağaza arasından güvenle seçerek satın alabiliyorsunuz. Herhangi bir problemde “Hürriyet Güvenli Alışveriş Sistemi” ve Yeniçarşım’ın başarılı müşteri hizmetleri departmanı hizmetinizde.

www.yenicarsim.com‘da 24 farklı kategoride onbinlerce ürün bulunuyor. Giyimden aksesuara, elektronikten beyaz eşyaya kadar aradığınız her şey Yeniçarşım.com’da.

Ayrıca, www.facebook.com/yenicarsim ve www.twitter.com/yenicarsim adreslerinden ise Yeniçarşım’ı takip edebilir, kampanya ve fırsatlardan haberdar olabilirsiniz.

Bir bumads advertorial içeriğidir.
ad_client = ‘5763e6bb-0dde-4e72-9d7f-cea3cb48999e’;ad_offer =’62’;

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İncir Reçeli’ni İzledim!

“Haydaa, bu da nerden çıktı? Kızım kafan mı güzel, İncir Reçeli vizyona gireli kaç zaman oldu, gündem özürlüsü müsün?” gibi cümleler kurabilirsiniz. Ama bi sorun yani, neden şimdi izledin diye. Müsterih olun, durumun farkındayım. Çok iyi bir sinema izleyicisi sayılmasam da, yeni çıkan Türk filmlerini izlemeye çalışırım. Ancak İncir Reçeli bunların içinde özel bir yere sahip. Neden mi?

Efendim, film vizyona girdiği dönemde şu veya bu nedenle sinemada izleyemedim. (Evet çok açıklayıcı oldu ama inanın hatırlamıyorum, bendeki bu hafızayla zor) Sonrasında film patladı, herkeste bir “İncir Reçeli’ni izledin mi?” furyası aldı başını yürüdü. O kadar yürüdü ki, hiç film izlemeyen insanlar bile bana bu soruyu sorar oldu, kendimden utandım. Her seferinde “Susss, konuyu anlatma, sonunu söyleme sakın, izlemedim daha, izliycem ben onu!!!111” diyerek insanları geri püskürttüm. Artık nasıl vahşileştiysem, bir kişi dahi ağzını açıp söylemedi. Boşboğaz arkadaşlara sahip olmamam da büyük etki olabilir tabi, bilemiyorum.

Günlerden bir gün, Altınoluk’taki son günlerimizde Serapla film izlemeye karar verdik. Amacımız evde kız kıza oturup iki bira içip film izlemekti, olay bu kadar masumaneydi anlayacağınız. Cd almaya gittik, fırsat bu fırsat “Aaa Serap, İncir Reçeli’ni izlesek ya, ben hala izleyemedim” dedim. Serap izlemişti, ama iyi arkadaşlar izledikleri filmleri arkadaşlarıyla ikinci baskı izlemekten sakınmazlar. Veya film ikinciye izlemeye değerdi, bilemiyorum. (Şaka lan şaka Serap vurucak beni) Neyse, ikimiz de iyi arkadaşlar olduğumuzdan benim izlemediğim İncir Reçeli’nde ve Serap’ın izlemediği benim izlediğim Aşk Tesadüfleri Sever’de karar kıldık. Böylece hem durum eşitlenmiş olacaktı, hem de izlemediğimiz filmleri izleyip bu korkunç sosyal baskıdan kurtulacaktık.


Eve geldik, her şey yolunda, yanlış hatırlamıyorsam havalar bozmaya başlamış, yani evde film izlemek için bütün şartlar olgunlaşmış durumdaydı. Ama o da ne?! Bilgisayarım dvd’leri çalıştırmadı. Allem etti, kallem etti, çalıştırmadı. Fanı dile geldi, bilgisayardan acayip sesler çıkmaya başladı, çalıştırmadı. Cd bilgisayarın içinde hapsoldu, yanıt vermedi, yine çalıştırmadı. Şansımıza küserek o gece filmlerden vazgeçtik, biralara döndük. Ertesi gün, Serap kendi bilgisayarıyla çıkageldi. Evet bu sefer yıkacaktık makus talihimizi. Yine kanepeye konuşlandık, taktık cd’yi bilgisayara. Ama o da ne?! Fısıldasam filmin sesini bastırıyor arkadaş, bütün kapıları pencereleri kapattık ses dağılmasın diye, sokaktan bir araba geçiyor, biz kulağımızı bilgisayara yapıştırıyoruz, yine duyamıyoruz. Yine o sinirle filmleri kapattık, biralara döndük. Birkaç gün sonra da, Altınoluk’tan ayrılırken, birimiz çantamızda Aşk Tesadüfleri Sever, birimiz İncir Reçeli ile döndük evlerimize.

O gün bugündür İncir Reçeli gözümün içine bakmakta. Ve ben o gün bugündür “İncir Reçeli’ni izledin mi?” diyenleri susturmakla uğraştım. Kötü huyumdur, ekşi sözlük’ü açar bakarım, gözüm spoiler’lara kayar. Onu bile yapmadım. Otobüsteki filmlerin listesinde  gördüm, ilk sahneyi izledim, yine dayanamayıp kapattım. Sen onca zaman filmi sakla, içinde besle büyüt, sonra bi karış otobüs ekranında izle, yook bu kadarına göz yumamazdım. Gel zaman git zaman, hasta olduğum şu günlerde İncir Reçeli’ni aldım, battaniyenin altına büzülerek filmi izlemeyi başardım! Çünkü İncir Reçeli, nasıl desem, bir sosyal duruş, hayata bakış açısı, ne biliyim havalı bi’ belirtili isim tamlamasıydı benim için. Zira daha fazla mücadele edemeyecektim, ya biri ağzından kaçıracaktı, ya da bi yerlerden duyacaktım. Bunca zaman tüm bunlardan kaçabilmek büyük başarıydı benim için. O yüzden göğsümü gere gere söyleyeceğim bundan sonra soranlara; “EVET! İncir Reçeli’ni izledim.”

İyi haftasonları sevgili sinemaseverler.

Serap içinde yayınlandı | 1 Yorum

Postcrossing Yazısı #2

Pek çoğunuzun da bildiği gibi, bundan bir ay önce Postcrossing girdi hayatıma. Postcrossing‘den bahsetmiş olduğum yazımda dediğim gibi, geçtiğimiz süre boyunca kartpostallar, PTT, filateli gibi pek çok konuyla haşır neşir oldum. Ve bugün, bir aylık deneyimimi paylaşmak için buradayım =)

İşe beş tane adres almakla başladım. Yazıyı yazdıktan sonra üç adres daha aldım, evdeki kartlarımı ortaya döktüm, ve ne yazık ki iç açıcı sonuçlar çıkmadı. Özenle sakladığım mektuplarım ve bana gelen kartlar duruyordu ancak yollamak üzere aldığım kartlarımın hiçbiri yoktu. Ben de dışarı çıkıp yeni kartlar almaya karar verdim. Tabi bunun devamının geleceğini bilmeden, aklıma ilk gelen kırtasiye, kitabevi benzeri dükkanlara gittim. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, kartpostal sorduğunuzda uzaylı gibi bakıyorlar. Pek çok çalışan, kartların yerini bile unutmuş durumda. Ellerinde bulunanların çoğu eski kartlar, yıllar var ki yeni kart basılmamış/alınmamış. Size de tavsiyem, öyle havalı yerlere girip kartpostal aramayın. Çoğu eski dükkanlarda, en köşe bucak yerlerde. Ama en güzel kartlar da bu eski yerlerden çıkıyor. Fiyatları da değişkenlik gösteriyor, belli bir çizgisi yok. Kimisi elinden çıkarmak adına komik rakamlar söylerken, bazıları da hazır satacak birini bulmuşken tanesine öyle bir şey diyor ki, bu da toplu alımlarda fazlaca tuzlu oluyor. Pazarlık payı var, çirkeflik serbest. Yani biri çıkıp da “Yok ya, kartpostal mı kaldı, satmıyoruz artık” derse, ki bana dendi, “Satmazsan satma arkadaşım, toplu alıcaktım, sen kaybettin” deyip olay mahalini terk edebilirsiniz, sonuçta müşteri her zaman haklıdır.

Kartlara gelecek olursak; şehir görünümleri ve simli noel babalı yılbaşı kartları çoğunlukta. Ve ne yazık ki kartpostal konusunda çoğu ülkeden gerideyiz. Tamam, ülkeyi tanıtmak güzel bir şey ama, diğer ülkelerden gönderilen kartlara baktığınızda göreceksiniz ki, çok daha yaratıcı şeyler var. Turistik kartpostallarda İstanbul’un ekmeğini bol bol yemişiz, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü ve Ortaköy Camii’ni sıkça görebilirsiniz. Ancak turistik kartlar dışında orijinal şeyler bulmak için, sahafları ve az önce de söylediğim gibi eski -ve hatta izbe- kitabevlerini gezmek gerekiyor. Hiç beklemediğiniz yerlerde, beklemeyeceğiniz güzellikle kartlar bulabilirsiniz. Örneğin bir yerde, çocukken hayal meyal hatırladığım kenarları tırtıklı kartlardan buldum ve inanamadım. Böyle yerlerden sadece yollamak için değil, arşivlik pek çok şey de çıkabiliyor, ve bir süre sonra fark ediyorsunuz ki, önünden geçerken hiç de bakmadığınız bir kırtasiyeye girip kartpostal sormaya, her yerde yeni kartlar aramaya başlıyorsunuz.

Postanelerde de durum pek iç açıcı değil. Yani orada da mektup ve kart olayları mazide kalmış. Bugün postanelerde fatura yatırma dahil pek çok işlem yapıldığından, mektup gişesi en kenara köşeye itilmiş, en az işlek olan kısım. O kadar ki, numara bile almıyorsunuz. (Tabi büyük şehirlerin merkez postanelerinde durum nedir bilmiyorum) Elinizde kartlarla gidince görevli de size garip garip bakıyor. Pul mu? Onlarla da pek ilgilenen kalmamış. Babam zamanında pul biriktirdiğinden filatelistliği az çok biliyorum, ama bugünlerde filatelist kaldı mı, ondan bile emin değilim. Eğer siz söylemezseniz, pul yapıştırılmıyor bile kartlarınıza, tek bir damga yetiyor. Onun için pulu ayrıca söylemek gerekiyor. Şanslıysanız görevli iş çıkardın başıma dercesine bakıp söylenmiyor size, en azından ben bu konuda şanslıydım. Bir iki gidiş gelişten sonra gişedeki memurla muhabbet etmeye başladım, artık defterinin arasından en güzel pulları çıkarıp kartlara yapıştırıyor benim yerime. Ben de ona kartların kaç günde ulaştığını, ulaştığını nereden anladığımı vs. anlatıyorum. Gişe pek kalabalık olmadığından, genelde pul yapıştırıp iki çift laf etmek için vakit oluyor. Tabi yine, bu pul meselesi yurtdışında da daha farklı. Pulu alıp karta yapıştırıyorsunuz, posta kutusuna atıyorsunuz-bitiyor. Oysa bizim her şeyimiz çileli. Kartımız, pulumuz, postanede sıra bekleyişimiz ve pek çok şey.

Ulaşım süreleri de ülkeden ülkeye değişiyor. En hızlı ulaşan kartım Finlandiya’ya oldu; bir haftada. Bir ay önce Çin’e yolladığım kartımdan hala haber alınamadı, hayatından şüphe duymaktayım. Almanya’ya beklediğimden yavaş gitti, Ukrayna’ya ise beklediğimden hızlı. Avrupa ülkelerine ortalama 2 haftada gidiyor, oradan da aynı şekilde 2 haftada kartınızı alabiliyorsunuz. Uzakdoğu’ya giden kartların akıbetini bilemiyorum henüz, onlar bazen bende suya yazı yazıyormuşum hissi uyandırıyor. Amerika ve Kanada için beklemedeyim, 20 gün civarı tahmin ediyorum. Afrika’yı ise hiç bilmiyorum, ancak onların da uzun süreceği kanaatindeyim. Ancak Uzakdoğu’daki diğer ülkelerin aksine Japonlar çok hızlı, sanıyorum airmail ile 10 gün ila 2 hafta gibi bir süre ile size ulaşıyorlar. (Japon yapıyor abi dediğinizi duyar gibiyim)

Tüm bunların dışında, posta kutunuzda bir kart görmek var ki, her şeye değiyor. Ben henüz iki tane kart aldım, sahibine ulaşan beş tane kartım var. Kartlarınızın ulaştığını görmek de, size kart gelmesi kadar sevindirici bir şeymiş, en azından ben bunu beklemiyordum. Siteyi gezerken hep bana gelecek olan kartları düşünmüştüm, fakat ilk kartımın ulaştığını öğrendiğim an havalara uçtum. Çünkü yolladığınız kartlarınız, hiç tanışmayacağınız birine, belki de hayatınız boyunca hiç gitmeyeceğiniz bir ülkeye gidiyor. Sizin kat edemediğiniz yolları kat ediyor kartlar, sizin gidemeyeceğiniz kadar uzağa gidip hiç karşılaşmayacağınız birinin oluyor. Bununla mutlu olabilmek çok garip, ama bir o kadar da güzel. Hala duymayanlar için Postcrossing burada. Sahibine ulaşmak için yolda olan -şu anda- 280 bin küsür kart var, kim bilir, belki bir tanesi de size geliyordur.

Uncategorized içinde yayınlandı | 2 Yorum

Bir Şifa Kaynağı Olarak Zeytin

Daha önce de zeytin etiketi altında birkaç yazı yazdım. Konu zeytin olunca, anlatacak çok şey oluyor, üstelik sadece yiyecek anlamında değil. Zeytinin reçelinden turşusuna birçok yiyecekten bahsedebilirim size, ancak bugün bakım ürünlerinden söz edeceğim.
Fotoğrafta görmüş olduğunuz, benim favori zeytin ürünlerim. Sol baştan, zeytin yeşili oje (şaka lan şaka araya karışmış o), Watsons zeytinli el kremi, Ayvalık‘ta görüp bayıldığım zeytin çekirdeği üzerine işlenmiş dantel (itiraf ediyorum bunu da sırf görsellik için kullandım), zeytin sütü, zeytinyağı sabunu ve zeytin çiçeği kolonyası.
Zeytinyağı en doğal kozmetik malzemelerinden biri olarak görülüyor. Saç dökülmesini engellediği, saçı besleyip parlaklık verdiği tarafımdan test edilip onaylanmıştır. Elinizdeki zeytinyağı ne kadar doğal -ve sızma- ise, saça o kadar iyi geliyor. Fotoğrafta gördüğünüz zeytin sütü de, taş değirmende ezilen ve hiç presten geçmemiş zeytinlerden üretilen, bir nevi zeytinyağıdır. Piyasada bulmak ne derece kolaydır bilmem, Küçükkuyu/Adatepe bölgesinden edinmek mümkün. İki yılı aşkın saç dökülme tedavisi esnasında sayısız ürün denedim (yakında onun da yazısı gelecek) zeytin sütü bu aralar en sık kullandığım natürel tedavi yöntemi.
Zeytinyağı sabunu ise, çok fonksiyonlu başka bir ürün benim için. Üniversitedeyken evi özlediğim zaman kokladığım -ki bunu çok sık yapardım-, bazen kokusu sinsin diye dolabıma koyduğum, sadece yüz temizliği için değil, saçlarım için de kullandığım bir ürün. Yağlı saçları kurutmak için birebir, yine dökülme karşıtı ve güzel kokulu. Şimdi çoğu yerde farklı çeşitlerde zeytinyağı sabunu bulabilirsiniz, fakat benim tercihim, yine en natürel olanı, Edremit/Havran‘dan aldıklarım.
Zeytinyağı kremimle olan ilişkim tamamen duygusal. Onu sırf güzel kokusu için bağrıma basabilirim. Nemlendirici ve dengeleyici özelliğiyle, soğuk kış aylarında eller için çok faydalı. Dilerseniz vücut kremi de var.
Zeytin çiçeği kolonyası ise yine sırf kokulara olan hassasiyetimden dolayı alınmış bir ürün. Balıkesir’in Esmen Kolonya’sının üretmiş olduğu 60 derece hafif kokulu güzel kolonyası. Limon dışında hiçbir kolonyayı sevmeyen benim bile durup durup koklamama sebep oluyor.
Bunlar benim bir bakışta görüp ortaya çıkardığım şifalı zeytin ürünlerim. Dahasını isterseniz, piyasada şampuanından kremine, maskesinden losyonuna pek çok zeytin bazlı ürün bulmak mümkün. Bir de, bahsetmeden edemeyeceğim, hazır zeytin toplama mevsimi yaklaşıyor, olur da pazarda ağaçtan toplanmış işlenmemiş zeytin bulursanız, tarifim burada, sofralık zeytin yapımını deneyebilirsiniz.
zeytin içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bu Kediler Masanızı Renklendirecek!

Tahmin etmenin çok da imkansız olmayacağı üzere, kedili olan her türlü objeye bayılıyorum. Oyuncak, bardak, tişört, kalem, defter, ve daha akla gelmeyecek yüzlerce kedili eşyam var. Belki de bu yüzden, hediye alması en kolay insanlardan biriyim. Orijinal olan, ve tabi ki kedili olan her şey, koleksiyonuma dahil etmem için yeterli bir sebep benim için. Birkaç ay önce bahsettiğim odam var ya hani, o odada sayısız kedi detayı bulabilirsiniz. Bir gün belki onları da paylaşabilirim sizinle, ama bugünkü konumuz biraz daha farklı. Daha doğrusu, bugün biraz daha spesifik olacağım. 
Fotoğrafta gördüğünüz, benim yıllardır aksatmadan aldığım Giller‘in her sene çıkarmış olduğu Kedi Masa Takvimlerinden kareler. Bıkmadan ve inatla sürdürdüğüm çoğu alışkanlığım gibi, bu takvimleri de 2007’den beri alıyorum. Yurttan kalma bir alışkanlıkla, ev içinde de kanepeden çok masa başında oturduğum için, kullanmayı en çok sevdiğim şeylerden biri masa takvimi. Böylece Giller’in çekmiş olduğu komik, sevimli, güzel ve neşeli kediler her zaman gözümün önünde oluyor. Ben 2012 takvimimi görür görmez aldım, yeni yıla daha iki ay olmasına rağmen. Olur da kaçırırım, koleksiyonum bozulur diye ödüm patladığından takvimlere adeta koştum. Eski takvimlere de gözüm gibi bakıyorum, düşünün, o kadar sevimliler =)
Eğer isterseniz, verdiğim linkle web sayfalarına da ulaşmanız mümkün. Sadece masa takvimi ve kedi üzerine çalışmıyorlar. Ben masa takvimi kullanmam, ajanda severim, veya duvar takvimi daha çok işime yarar derseniz, onlar da mevcut. Aynı çeşitler köpek severler için de bulunmakta. 
Ve hatta, benim kedim/köpeğim de takvim yıldızı olsun derseniz, 2012 için çok geç ama 2013 için kolları sıvayabilirsiniz! =) Kim bilir, belki sizin de sevimli dostunuz benim gibi yüzlerce insanın masasını süsler. 
Son olarak, madem Kasım ayı yazısı yazdık, bu ay masamın konuğunu da görmüş olun. Aşağıdaki yaramaz, Kasım ayının kedisi Karamel.
not: Evet, cep ajandaları da çok güzel fakat onlarda seçimim farklı, başka bi’ zaman da onu anlatırım belki (:
Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Van için Herkes Tek Yürek!

Van Depremi’ne duyarlılık gösteren ve zor durumda olan depremzedelere yardım elini uzatmak isteyen vatandaşlarımız için bir liste hazırladık. Aşağıdaki kanallardan dilediğinizi seçerek yardımlarınızı en kolay şekilde Van’a ulaştırabilirsiniz:

1. KIZILAY

2868‘e tüm operatörlerden boş bir SMS göndererek Kızılay’a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Ayrıca havale yoluyla destek olmak isteyenler, tüm bankalardaki “Türk Kızılayı” hesaplarından bağış yapabilir. Ayni bağışlar Türk Kızılayı lojistik merkezleri ve şubeleri tarafından kabul edilecektir. Tüm Kızılay şubelerinin iletişim numaralarını buradan öğrenebilirsiniz.

2. AKUT

Tüm GSM operatörlerinden 2930‘a göndereceğiniz AKUT yazan bir SMS ile AKUT’a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Kredi kartını kullanarak internet üzerinden bağış yapmak isteyen vatandaşlarımız CardFinans ya da diğer banka kartlarını kullanarak bağışta bulunabilirler.

Havale/EFT için Banka Hesap Numaraları;
T. İş Bankası – Gayrettepe Şubesi – TR14 0006 4000 0011 0800 6666 63
Finansbank – Gayrettepe Şubesi – TR92 0011 1000 0000 0001 9576 70
Garanti Bankası – Ortaklar Cad. Şubesi – TR26 0006 2000 3570 0000 0029 30

3. BAŞBAKANLIK YARDIM KAMPANYASI

Başbakanlık tarafından Van’da yaşanan deprem nedeniyle başlatılan yardım kampanyası çerçevesinde saptanan banka hesap numaralarına buradan ulaşabilirsiniz.

4. KARGO FİRMALARI

Yurtiçi Kargo, PTT Kargo, MNG Kargo ve Aras Kargo yardım gönderilerini ücretsiz olarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır.

5. HÜRRİYET EVLERİ

Deprem sonrası yaralarını sarmaya çalışan ve kış öncesinde evsiz kalan Van için Hürriyet Gazetesi de büyük bir seferberlik başlattı. Hürriyet, Van’da kış koşullarına dayanıklı, mutfak, banyo ve tuvaleti olan “Hürriyet Evleri” kuracak. Kızılay işbirliğinde başlatılan kampanya ile her biri 6 bin liraya kurulacak evler, evsiz kalan vatandaşlara sıcak bir yuva olacak.

Van Depremi – Hürriyet Gazetesi Bağış Hesapları

T. İş Bankası Mithatpaşa Şubesi
4228 – 0971947 / IBAN TR370006400000142280971947
T.C. Ziraat Bankası Kızılay Şubesi
Hesap No 685-2868-5189 / IBAN TR060001000685000028685189
Garanti Bankası Kızılay Şubesi
Hesap adı: Van Depremi – Hürriyet
Şube: 082 Hesap No: 6294703 / IBAN TR72 0006 2000 0820 0006 2947 03

Yapacağınız ufak bir yardım zor durumdaki bir çok insanı hayata bağlayan bir umut olacaktır. Mesajımızın ulaştığı herkesi, deprem bölgesinde yardıma ihtiyacı olan vatandaşlarımıza yardım etmeye davet ediyoruz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.
ad_client = ‘5763e6bb-0dde-4e72-9d7f-cea3cb48999e’;ad_offer =’51’;

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Hangi Oje?

Mevsim geçişleri genelde çoğumuz için zordur. Sadece sıcaklık değil, sıcaklığa bağlı aktivitelerimiz, giysilerimiz, alışkanlıklarımız, ve hatta renklerimiz değişir. Çok farklı renkte oje kullanan biri olarak ben, mevsim değişikliklerinde oje seçimimi de değiştiriyorum. Fotoğrafta da göreceğiniz üzere, yazın turuncular, pembeler, sarılar, mavilerle yaz mevsimini geçirirken, kış gelince bordo, kahverengi, siyah ve griye dönüyorum.  Yazın cıvıl cıvılken, kışın kasvetli oluyor tırnaklarım da. Zaten fosforlu renkleri sevenler bilir, kışın -örneğin- turuncu, yeşil vb. sürüp de çıktığınızda tuhaf tuhaf bakarlar =) Montlara, kabanlara en çok yakıştığı için bordo favorim.

Peki siz en çok hangi renkleri kullanıyorsunuz?

not: Reader’ımdan eksik etmediğim, yeni yazılarına mutlaka göz attığım bir oje blogu burada.

oje içinde yayınlandı | 2 Yorum

Biraz da Moda

Moda ile pek aram yoktur, canım ne isterse onu giyer, onu takarım. Daha önce de defalarca söylediğim gibi, yeniliklere de pek açık sayılmam, ama bir şeyi seversem de tam severim. Gider aynı şeyin bir sürü rengini alırım, eskittiğim ayakkabının aynısını alırım, sırf yenisine alışmamak için. Eski bir kazaktan senelerce ayrılamadığım olur, yırtık converse’lerime özel sevgi duyarım, eskimiş kotlara bayılırım. Hal böyle olunca, yenilikleri takip edememiş olurum. Ne gündemdedir, ne değildir bilmem, çok de ilgilenmem açıkçası. Beni hiçbir zaman “Ayyy, bu sene de x’ler çok moda, bi tane edinmeliyim mutlaka” derken duyamazsınız. Takip edene, yakıştırana da saygı duyarım, o ayrı.

Ama baktım bu sene turkuazlar çok moda ben de sağı solu karıştırdım, ıvır zıvırlarım arasındaki turkuazları bir kenara topladım, ortaya böyle bir görüntü çıktı. Turkuaz her şeye gidiyor, kolye, bileklik, toka ve hatta oje olarak çok güzel duruyor. Fotoğrafta görmüş olduğunuz oje yeni sadece, yeşil ve tonlarına bayıldığım için, uzun bir süre bu renkle yaşayacağım gibi görünüyor. Dedim ya, bir şeyi seversem tam seviyorum 🙂

Ve görüldüğü üzere benim yazacağım moda yazısı bu kadar oluyor. “Kız gibi giyin”, “Azcık da şundan sür”, “Vazgeç şu eskilerden”, “Yırtık ayakkabı giyiyosun çok üzülüyorum” cümlelerinin hedef noktası olduğumdan, bu kadar dönüyor dilim. Ama güzel bir moda blogu görmek isterseniz, çocukluk arkadaşım Berrilla bu konuda bir harika, göz atın derim.

oje içinde yayınlandı | 5 Yorum

Kasvetli Pazar ve Kartpostallar

Bu aralar kasvetli ruhum, tıpkı bugünkü yağmurlu pazar gibi. Ne yapsam, ne etsem diye düşünüp bir yandan da bloglara göz gezdirirken, Laliş‘in yazdığı bir yazı heyecanlandırdı beni, adeta pazar günümü renklendirdi.

Bilenler bilir, eski ve nostaljik olan her şeyi severim. Hiç tanımadığım, dünyanın öteki ucundan bir mektup arkadaşım olmadı ama Serapla senelerce mektuplaştık. Kartpostallar, zarflar biriktirdim, posta kutusuna hala gözüm kayar, kutunun deliğinden Serap’ın el yazısını bir bakışta tanıyabilirim,  konuşmaktansa postaya vermesem bile mektup yazarım hala sevdiklerime. Laliş de bir kart koymuş bloguna, Japonya’dan gelen. “Bu da nesi” dedim kendi kendime, yurtdışında bir arkadaşının yolladığını düşündüm. Sonradan eski yazılarını okuyunca anladım ki internet üzerinden bir network ile dönüyormuş bu kartpostallar. Hemen adresini verdiği siteye üye oldum tabi.

Çok fazla kartpostal meraklısı var mıdır bilmiyorum ama, onlar için söylüyorum, belki benim gibi birini sıkıntılı bir anında mutlu eder diye. www.postcrossing.com ‘a üye oluyorsunuz, adresinizi veriyorsunuz ve send a postcard diyorsunuz ve site size yollayacağınız adresi söylüyor. Bu kadar basit! İlk önce sizin yollamanız gerekiyor, yolladığınız ne kadar kart yerine ulaşırsa size o kadar kart geliyor. Size bir kod veriyorlar, aman onu kartpostala yazmayı sakın unutmayın, kartınızın yerine ulaştığının garantisi bu. Sonra beklemeye başlıyorsunuz. Ben iki tanesini hazırladım, biri 10 yaşındayken Anıtkabir’den aldığım Atatürk portresi, Çin’e gidecek, 17 yaşında bir kıza. Diğeri ise Finlandiya’da yaşayan, doğayı ve manzara resimlerini çok sevdiğini söyleyen 7 torunlu bir kadın için, Balıkesir’de çekilen yel değirmeni fotoğrafı. Pazar olduğundan bugün postaneye koşamıyorum, ama yarın ilk işim kartları yollamak olacak. Sonra yine, eskisi gibi kartpostal alışverişine başlayacağım, bakalım kartpostal sektörü hala hayatta mı.

Umarım hızlıca gider kartlarım, sonra başlasın posta kutusu başında beklemeler!

Serap içinde yayınlandı | 3 Yorum

Kitap Uyarlamaları ve Behzat Ç. Üzerine Bir Yazı

Televizyonla aram limoni. Dizi olsun, film olsun, edebiyat uyarlamalarını sevmem. Önyargılıyım, sabit fikirliyim, peşin hükümlüyüm. Bir şeyi izleyeceğim varsa bile, birinin benimle ciddi mücadeleye girmesi gerekir, ekran başına oturmam için. Gerektiğinde kumandayı elimden çekmesi -kanal değiştirmemem için-, cep telefonundan uzak tutması -dikkatimi dağıtmamam için- ve hatta ışıkta karartmaya gitmesi lazım gelebilir. Hiçbi’şey yapmasam, “Filmini izleyeceğime kitabını okurum yea” der, yine kalkar giderim. Harry Potter filmlerinde bile sinirlenmiş insanım, kitaba sadık kalmıyorlar diye. Hoş, kitaba sadık kalsalar ne olacak. Birebir çekseler, yine mutlu olmam. Çünkü zor beğenir oluşumdan değil mutsuzluğum. Bu nasıl anlatılır bilmiyorum. Bir kitap okursunuz, bir roman.. Siz ne yaparsanız yapın, okurken bir şeyler şekilleniverir zihninizde. Son sayfaya kadar da onu canlandırırsınız. İşte o canlandırdıklarımı ekranda bulamadığımdan mutsuzluğum. Bugüne kadar kimsenin okuyucuların kalbine dokunamayışından. Bir şeyler, ille de eksik olur orada. Sizin okurken içinizi titreten bir ayrıntıyı, senaristler es geçiveriyorsa gereksiz görüp, alamazsınız aynı tadı. Bu yüzdendir ki hep sırtımı dönerim uyarlamalara, kitabını okuduysam bi’ kıyaslama hakkı görürüm de kendimde, okumadıysam yazık etmek istemem esere. “Önce” derim, “kitabını okumalıyım”. 

Ben kitap uyarlamalarına karşı tavrımı sürdürürken, bir gün Behzat Ç. çıktı karşıma. Yani Emrah Serbes. İlk kitap Her Temas İz Bırakır ile birlikte, Behzat, benim de Behzat amirim oluverdi, kitap kurgusuyla beni de alıverdi içine. Karakterler o kadar bizden, olaylar o kadar çetrefilli, küfürler de o kadar içtendi ki, kendimi devriye arabasında, hiç bilmediğim Ankara sokaklarında buldum. Sakarya’nın Ankara’da bir cadde olduğunu öğrendim mesela, sonra Büyük ve Küçük Esat’ı, SSK İşhanı’nı, Atakule’yi. Hayatında sınırlı sayıda polisiye okumuş biri olarak, Emrah Serbes o kadar akıcı yazmıştı, olayları öyle bir örmüştü ve sonunda o kadar şaşırtıyordu ki, son sayfaya uçarak gittim resmen. Derken hızımı alamadım, Son Hafriyat‘a başladım. Şahsi fikrim onun çok daha zekice yazıldığı üzerine. Son Hafriyat’ı daha yavaş, ve sindire sindire okudum, öyküyü içime çekmek istercesine. Diğeri kadar çabuk olmasa da, onun da sonu geldi, ve ben serinin bir kitabı daha olmamasına üzüldüm. Çünkü Behzat Ç. geriye dönüp tekrar tekrar okunacak türden. Heyecanla okurken kaçırdığınız bir ayrıntıyı, bir sonraki okuyuşunuzda fark edebiliyorsunuz. Her karakter, her ayrıntı, her söz, her cümle özenle işlenmiş. 
Sonra başka bir gün, o sevmediğim ekranda bir adam belirdi, Erdal Beşikçioğlu. Kafamda canlandırdığım kadar olmasa da, en az benim hayalimdeki kadar “Behzat”tı. Ani çıkışları, ince kemikli yüzü, “Saçma sapan konuşma”larıyla, beni hayal kırıklığına uğratmayacak bir Behzat. Sonradan öğrendim ki, Emrah Serbes de senaryoya katkıda bulunuyormuş. Bir yazar kahramanına ihanet edemez ki zaten diyorum, Erdal Beşikçioğlu o yüzden bu kadar Behzat, oyuncular bu kadar Harun, Hayalet, Akbaba… Diziyi de seviyorum çünkü kitaba yakın. Seviyorum çünkü reyting uğruna, diziyi uzatmak uğruna özünden sapmamış, aksine; yeni olaylar, yeni kahramanlar girmiş, ve ilginçtir bu beni rahatsız etmiyor. Sonra güzel bir müzik duyuyorum, tanıdık bir ses. Ankaralı grup Pilli Bebek var arka planda, en az Behzat kadar sevdiğim. Bir müzik bir diziye bu kadar uyum sağlayabilir mi diyorum, ya da bir dizinin bu kadar güzel müziği olabilir mi? Oluyormuş. Ankara’yı bilmiyorum ama Behzat’la öğreniyorum. Bir de Ankara’yı sevsem, Behzat’ı nasıl izlerdim, hayal bile edemiyorum.
Diziden de sonra -çok sonra- öğreniyorum ki, Behzat bu sefer beyazperdede olacakmış. Yavaş yavaş okuduğum, bitmesini istemediğim Son Hafriyat‘tan uyarlanarak. Eğer film de, dizi kadar güzel bir uyarlama olursa, inancım mükemmel olacağı yönünde. Fragmanları hem beklediğim, hem beklemediğim gibi. Ama bilmeyenler için söylüyorum, gerilimi bol, entrikası bol bir film olacak. Ben kendi adıma, hem Behzat’ı, hem de Red Kit‘i merak ve heyecanla bekliyorum. 
kitaplar içinde yayınlandı | 2 Yorum